BİZDEN DUYURULAR
 
 
 
 
ABDULKÂDİR GEYLÂNÎ HAZRETLERİNİN ÇOCUKLUĞU



Allah, tabiata bazı hassalar bahsetmiştir. Tabiat her şeyin, kopyasını alır, kendinden sonra gelecek olan cemaata manevi senet mukabilinde teslim eder. Bu Milli bir senettir. Adına "Tarih" derler. Bu tabiatın hatıra defteridir. Buna her cins nakış işlenmiştir. Ama, bazısı, hoşa gider; bazısı hoşa gitmez.. Bu hatıra defteri azizdir. İhanet eden mutlaka cezasını bulur; belki de bu âlemde belki öbür Ebedi âlemde..
 
İnsanlar, bu hatıra defterinin arasına gömülür, zihinlerini ondaki nakışla bezerler. Zaman olur; onda, ruhlarına şifa bulurlar.
 
Tarih başlıca iki kısımda görülür. Biri canlı; öbürü cansız.. Birincisini diyarlar gezince görürsün.
 
İkincisini ancak, yapraklar arasında, belki küflü sahifeler içerisinde saklı olarak bulursun. Sevgi, yalnız canlı olarak gelir.. Sevgi cansız yapraklar arasında saklanamaz.. O daima canlı bir tarih olarak gönüllerde, kalplerde, dolaşır; eski benlikleri yok eder; yerine yeni binalar kurar..
 
Bilmem Anadolu'yu gezdiniz mi? Orada canlı tarihi seyrettiniz mi? O Anadolu yaylası Allah zikriyle canlıdır. Bu canlılık tarih sayfaları arasında değil, bizzat kalplerde yaşar; canlı alınır, canlı teslim edilir. Bunu Allah dostları kalplerinde yaşatırlar. Bu hali onlar, Tabiatın ölmez hatıra defterinden almışlardır. Bu hatıra defteri, onların kalbinde ölünceye kadar yaşar, sonra, Allah'ın başka dostlarına teslim edilir.
 
O Allah dostları, saatlerce, aylarca yaya yol giderler, yorulmazlar usanmazlar; maksat, iki-üç dost yan yana gelsin Allah Allah desinler. Toplanırlar, halka kurarlar, "Allah Allah" sesleriyle yeri göğü inletirler. Bu halle kalplerinden pas silinir, ruhlarına bir ışık gelir, işte böylece onlar da tabiatın ölmez hatıra defterinde bir yer alırlar.
 
İslâm Dini, Anadolu'nun izbe köşelerine kadar nasıl yayıldı; bunu, bilenler bilir. Bu hali Anadolu'yu adım adım gezenler görür. Canlı Tarihi ancak bu Kudsî Seyyahlar açıklayabilirler. Bir yanda
 
Osmanlılardan kalma, hanlar, hamamlar, çeşmeler, kubbeler, minareler.. Öbür yanda BizanslIlardan kalma, kiliseler, çanlar, putlar.. Bunlar hep canlı.. Ama, bir canlı tarih ve Tabiatın canlı hatıra defteri var ki, onu belki yıkıklarda, harabelerde bulamazsın: Bir ehli dilin kapısını çaldığın zaman derhal bulursun. İşte o ehli dilin gönlünde yaşayan canlı tarih, Abdulkâdir Geylânî Hazretlerinin bütün şataratiyle yaşayan aşk muhabbet hayatıdır.
 
Onları bir tekke şeyhi olarak görme; bir canlı tarihin kabı olarak gör!.. O insanlar bozulmuş olsa da yine bir âlem yaşatır insana.. Onlar, Geylânî devrinin hatırasiyle yaşar, Onun aşkıyla "Yâ Pir!.." der. O İlahi aşk kubbesinin altında Allah'ı anar. Bu aşkla ağzına doldurduğu ateş yakmaz. Sağına soluna batırdığı bıçak, kan çıkarmaz.. Onlarda aşk böylesine yaşar.
 
Gerçi şimdi bunlardan eser yok; ama (cami ne kadar yıkılsa mihrabı yerinde kalır) derler.
 
Şarkı dolaşan bunları görür, gördükten sonra da inanır. Görmeden kimse inanmaz; acaba o Allah dostlarının kalbindeki sevgiye de inanır mı ? Bilmem ki onu da mı görmek ister. Aşk ateşinden zerre miktar bir gönüle yerleşti mi o gönül inanır. Ötesi isterse inanmasın. O Allah diyen dervişin gönlünde ve akimda yılların saklı bir sevgi bağıvar. O bağdan hak dervişi her an tenaum eder. Gönlünü hak nimetiyle besler. Kalbini devrimize manevi bir varlık olarak gelen Allah sevgisiyle besler. Ruhunu hikmetle bezer, bu hikmet bazan diline gelir, kendini tutamaz şöyle anlatmaya başlar:
 
"Sene 1051 (470)... Bağdad aziz bir gün yaşıyor. Gün doğmuş fakat bir türlü batmak istemiyor.. İnsanlara sanki şöyle diyor; (Artık sizi, yakmıyaca-ğım... Bana bir şey demeyin. Halimle kalmak istiyorum. Şahidi olacağım anı, ben de sizinle görmek istiyorum.) O anda Güneşin sözünü kim dinler?.. Herkesin gözü, gönlü tarihin ölmez sayfalarına geçecek o şanlı şerefli anı beklemektedir. Ve... Gözler, ufukları en az güneş kadar, ilim, irfan, fazilet nuruna boğacak olan çocukta.. Onun kapısında.. Onun eşiğinde.. Ve nihayet onun beşiğinde.. O mukaddes beşik ki, onda istikbalin Abdulkâdir Geylânî' si yatar...
 
Herkes bekliyor. Güneş gitti. İnsanlar gitmez; beklerler.. Sanki, berat haberi. Sanki Dünya sulhu haberi.. Sanki İlahi bir müjde... Nihayet beklenen haber geldi.. Herkesin yüzünde bir sevinç... Herkeste bir beşaret.. O gün beşiğinde sakin uyuyan Abdulkâdir süt emmedi.. Çünkü, o gün Ramazan ayının ilk günüydü.. Az önce şehre dağılan haber şimdi, hakikat olmuştu.. "Şehrin zenginlerinden birinin çocuğu olmuş, Ramazan günü süt emmiyormuş. "Artık bu bir haber değil; hakikat. Artık herkes huzur içinde, Ramazan orucunu tutacak; bayramı bekleyecek.. Buna bir de zihinlerde halin çocuğu, istikbalin şahı, Alacadoğanı, Şehbazı ve Kutbunun Gavsünün bayram hülyası ekleniyordu. O öyle bir bayram olacak ki. o gün kürsüden şu ses işitilecek, "Benim tasarrufum kıyâmete kadar gelecek bütün Velîlerin üzerindedir." İşte bu sözün müstakbel sahibi, beşiğinde uyuyordu...
 
Dervişler sıra, sıra... Biri anlatır, sonra öbürü başlar... Anadolu'nun her yanı sohbet köşesi, her bucağı bir Geylânî ocağıdır. İşte bucak, derviş, ocak; onun derin, içli gönlüdür.. Umman Anadolu'nun bir ocağından duman tüterken şöyle anlatır:
 
"Abdulkâdir Geylânî beşikten kurtulmuş.. Yaş çocukluk devresini sürer. Annesiyle birlikte otururken şöyle sorar:
 
- "Sen mi yaşlısın ben mi? anne" der.
 
Annesi susar. Böyle bir sorunun çocukluk eseri olduğunu bilir.. Fakat oğlu durmadan sorunca, işi ciddi idare etmeye karar veren anne:
 
- "Senin annenim, sen çocuğumsun, çocuklar anneden küçük olurlar" der; fakat çocuk durmaz, ikinci bir teklif atar.
 
- "Öyle ise hayatımızda bizi üzen hatıralarımızdan anlatalım" der..
 
Anne kabul eder, anlatmaya başlar:
 
- "Henüz gençtim, evimizde işlerin çoğunu ben görürdüm. Bir gün suya gittim. Çeşmede kim olduklarını bilmediğim birkaç kişi önüme çıktı. Üzerimde bulunan altunı (altını) almak istediler. Fakat onlara kullanacağım hiçbir kuvvet yoktu. Köy uzak, bağırsam sesim ulaşmaz.. Yoldan geçen yolcu da yoktu.. Aniden uzaktan bir atlı göründü. Bize yaklaşınca yolumu kesenler yol alıp gittiler. Beri yandan çıkan atlıya kim olduğunu sordum söylemedi. Hayatımı kurtardığı için kendisine bir çevre hediye ettim, kabul etti. Bu zatı bir daha görmedim. Bu halimi ilk defa açıklıyorum".
 
Arkasından oğlunun hikâyesi:
 
- "Halim darda kalanları kurtarmağa çok meyyaldi. Her darda kalmışa yetişirdim, bir gün dağda atla geziyordum. Bir kadını darda gördüm. Etrafını dört atlı çete sarmıştı.. Yanlarına yaklaşınca çeteler kaçtı; kadın kaldı, kendini kurtardığım için bana teşekkür etti. Ayrıca bir de bana çevre hediye etti" der ve cebinden çıkardığı çevreyi annesine verir. Çevre annesinin, çocuk ta o kahraman kurtarıcı Abdulkâdir Geylânîdir.. Ama ne de olsa bu bir hikâyedir.. Kim inanır ki?..
 
Aşk ateşi yakar, iman buğusu tüter.. Kalplerde yanardağ gibi sevgi kaynar, nihayet dayanamaz dışarı sızar. Dervişte coşar, coşar anlatmaya başlar; "Bir gün yine annesiyle birlikte. Ocak başında yemek pişirme saati... Annesinin ocaktan çektiği külle oynar.. Mevsim de oldukça sonbahar.. Birden bacadan aşağı bir salatalık düşer. Nereden geldiği bilinmez, az sonra yine bacadan bir kavuncuk düşer, ne oluyor. Yine meçhul.. Anne kime ne sorsun. Oğluna ne desin? Acaba onun böyle işlere aklı erer mi? Oğluna müşkül sormak kendine biraz ar vermez mi?.. Anne hayretle bir yandan çocuğa bir yandan, düşenlere bakar, zihninde bir sürü istifham.. "Bacadan bunları kim atar.. Kimse evin üstüne çıkabilir mi? Acaba çocuk külle ne yapıyor.. Niçin külün üzerini çizip bozuyor.." Bu çeşitli tezatlar içerisinde annenin zihni çarpılırken çocuk birden "anne, anne yemeği al" der; anne yemeği bacadan düşen bir kürek kadar çamurdan zor kurtarır...
 
Hikmetini yine bir derviş anlatır:
 
Öte diyarlardan bir Allah dostu, bahçesini sulamakla meşguldür. Suyu bırakır. Öteye gidince su başka tarafa salınır, boşa gider. Az sonra durumu keşif yoluyla anlar. Havaya bir salatalık fırlatır. Salatalık kaybolur gider, ama nereye?.. Yanındaki ar
 
kadaşı sezemez. Su azca yoluna devam eder, sonra yine bozulur.. Bu sefer bir kavuncuk atar, onun da nereye uçtuğu meçhul.. Durmadan yolunun bozulmasına celallenen Velî, yerden aldığı bir kürek çamuru havaya fırlatır.. Bunların hepsi meçhul ufukta kaybolur..
 
İşte Allah dostları.. İşte çocuklar ve büyükler.. Belki çocuktur, fakat ocağının başında oturur, bir aylık yol ötede bir bağın su yolunu bozar. Çünkü büyüktür İstikbalin Kutbu... Gavsü... Abdulkâdir Geylâni' sidir...
 
Öbür yandan Allah'ın sevgili kulu bunu keşfeder.. Çocuktur der bir salatalıkla, bir kavuncukla susar, durur. Ama durmaz.. Durmayınca çamur atar.. Çamurdur ama, hangi çamur. Fağfur kasesi de çamurdur... Adem aleyhisselamm bünyesi de çamurla yapıldı...
 
Canlı ve cansız tarih böyle olur. Her biri hikmetle, ibretle dolu... Her noktasında bir gönül aydınlatan nur var...
 
İşte tarih boyunca devam edecek olan, Allah aşkını Anadolu'ya yaymak için, Abdulkâdir Geylâni Hazretleri (r.a.) böyle büyüyordu. Canlı tarih, onu yevmiyesine böyle işliyordu.
 
O büyük insanın her yanda nuru var ama, iman etmeyene Allah ve Peygamber sevgisini kalbinde taşımayana ne?.
 
İşte, Abdulkâdir Geylâni Hazretleri böyle büyüyordu.
 
Kaynak: Devrinde Akdulkadir Geylani, Tercüme Abdulkadir Akçiçek Kasım 2001 Ankara, Alperen Yayınları
ETİKETLER: tabiat cemaat senet nakış sevgi gönül ölüm islam dini muhabbet aşk tekke cami mihrab hikmet nedir fazilet ramazan ayı berat nedir berat gecesinin önemi orucun önemi oruç bozma duası gönül zihin hikmet Hz Abdulkadir Geylani

Copyright © 2013 Zikirler.com internet sitesinin tüm hakları saklı olup sitede yer alan tüm içerikler "http://www.zikirler.com/index.php" aktif link vererek kullanılabilir. Aktif link kullanımının dışında site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir.